İçerikte Neler Var?
Luigi Mangione Nasıl Kahraman Oldu? ABD’de Madalyonun Diğer Yüzü
Luigi Mangione, dünyanın en ilgi çekici katil zanlısı. UnitedHealthcare CEO’su Brian Thompson’ı öldürmekle suçlanıyor. ABD’de onu hapishaneden çıkarmak için bağış toplanıyor, destek mesajları yağıyor. Tutuklandığı McDonald’s şubesinin önünde protestolar yapılıyor. Bir halk kahramanına dönüşmek üzere…
Mangione; 1998 doğumlu, yakışıklı, bakımlı genç bir techboy aslında. İyi üniversitelerde okumuş, maddi durumu da oldukça iyi. Yaşadığı bir sağlık sorunu nedeniyle ameliyata giriyor, ameliyat sonrasında psikolojisi bozuluyor ve de ABD’nin içler acısı sağlık sistemine kafayı takıyor. Hedefine aldığı sağlık şirketi ise UnitedHealthcare, sağlık sigortalarında en çok ret oranına sahip olan sigorta şirketi. Bu şirket yapay zekayı sisteme entegre etmiş, gelen başvurular yapay zekâ tarafından değerlendiriliyor ve de tabii ki birçoğu reddediliyor. Yapay zekâ tartışmaları açısından da konu ilginç. Kanser olan bir kişinin hastane masraflarını karşılama konusunda duygusuz bir yapay zekâ mı, yoksa duygulara sahip olan bir insan mı karar vermeli? İlginç bir konu ama konumuz şimdilik bu değil. Konumuz ABD’nin iki yüzü.
Göz dolduran ABD ekonomisi
ABD özellikle pandemi sonrasında en çok büyüyen ekonomilerden biri. Son konuşmasında Powell’ın dediği gibi ABD ekonomisi “gerçekten iyi bir noktada”. 2019’dan bu yana baktığımızda ABD ekonomisi %12 büyümüş. Diğer gelişmiş ülke rakipleri ise ABD ekonomisinin çok gerisindeler. Almanya bu dönemde yerinde saymış, Euro Bölgesi toplamı ise ancak %5 büyüyebilmiş. Daha uzun soluklu bakalım, 1990’dan beri verimlilik ABD’de %70 artarken, Avrupa’da %29, Japonya’da ise %25 artmış. IMF, ABD ekonomisinin bu sene %2.8 2025’te ise %2.2 büyümesini bekliyor. Aynı dönemlerde Euro Bölgesi için beklentiler %0.8 ve %1.2 olurken, Japonya için %0.3 ve %1.1. Kısaca ABD ekonomisi performansı ile göz doldurmaya devam ediyor.
Madalyonun diğer yüzü
Gelelim madalyonun diğer yüzüne. ABD ekonomisi gelişmiş ülke rakipleri ile kıyaslandığında dinamizmi ile göz dolduruyor. Ancak Mangione örneğinde gördüğümüz gibi büyüme ve verimlilik, enflasyon gibi verilerin ötesinde başka gerçeklikler var. 1980’ler sonrası New Deal Politikalarına ısrarla karşı çıkan Reagan, özelleştirmeyi ilk sıraya koyarken, devleti küçülttü. Gelir vergilerini aşağıya çekti. Hedef daha az vergi, daha fazla çalışma iştahı, daha çok gelir ve bu sayede tüm ekonomiye yayılan bir refah. Yani üst gelir gruplarından alt gelir gruplarına doğru bir trickle-down (damlama). Bu eğilim büyük ölçüde devam etti. Ama gelinen noktada veriler ne bize yayılan bir refahın olduğunu ne de piyasaya tamamen bırakılan bazı alanlarda piyasanın çok iyi çalıştığını gösteriyor. Örnek: ABD sağlık sistemi.
ABD’de sağlık sistemi büyük ölçüde özel. O zaman piyasa mekanizması devreye girecek, rekabet işleyecek ve en etkin sağlık hizmeti üretimi en düşük fiyata gerçekleşecek. Öyle mi? Mangione olayı gösteriyor ki öyle değil. Sistem o kadar çok kişiyi kızdırmış ki bir katil halk kahramanı olacak. ABD’de sağlık harcaması GSYH’nın %17’si. Ödenen primler yüksek, ama aldıkları sağlık hizmeti ne yazık ki yetersiz. ABD’de anne ölüm oranı 100 bin doğumda 22, Kanada’da 8.4, İngiltere’de 5.5, Almanya’da ise 3.5. Yaşam beklentisine baktığımızda ise Amerikan halkının pek uzun yaşam beklentisi olmadığını görüyoruz. ABD dünyada 79.5 ile 48. sırada. İngiltere ve Almanya’da ise 81.5. İntihar oranları ise 100 bin kişide 6.8 İngiltere’de 1.17, Almanya’da ise 0.83.
Peki sorun ne? Sağlık sisteminde çok sayıda büyük sigorta ve ilaç şirketleri var. Bunlar piyasanın işleyişini bozuyorlar. ABD’de lobicilik yasal bir faaliyet, şeffaf olduğu sürece. Şeffaf verilere baktığımızda 10 büyük lobi kurumunun 5 veya 6’sı genellikle sağlık alanında oluyor. İlaç şirketleri, sigorta şirketleri lobicilik faaliyetleri yaparak deregülasyon için paralar döküyorlar. Sağlık harcaması alanında geçen yıl 12 büyük lobi harcaması 12.5 milyon dolar olmuş. Haliyle sistemi kendi lehlerine çeviriyorlar.
ABD sağlık sistemi örneğinde gördüğümüz gibi deregülasyonlar, piyasayı kendi haline bırakmak en etkin, en kaliteli, ucuz sağlık sistemini bize sağlamıyor. Ne yazık ki piyasaya müdahale etmek regüle etmek gerekebiliyor. 1980’lerden sonraki hakim paradigmayı eleştiren Stiglitz(2024), Hayek-Friedman ve takipçilerini “market fundementalist”leri olarak nitelendiriyor. Onları; piyasa mekanizmasına ideolojik neredeyse din gibi bir anlayışla bağlı olmakla eleştiriyor.
Gelelim diğer bir can alıcı konu: gelir dağılımı adaleti.
ABD’de en yüksek %1’lik kesim en düşük %10’un 6 katı gelire sahip. 1981’den 2021’e en yüksek %10’luk dilimde bulunan kesimin geliri %165 büyürken, medyan gelir yaklaşık %33 büyümüş. Yani pek de trickle-down olmamış. 2017’den sonra bu fark iyice artıyor. Nedeni basit. Trump’ın birinci dönemindeki 2017 Tax Cuts and Jobs Act’te yer alan vergi indirimleri. AFL-CIO’ya göre bu vergi indirimlerinin refah etkisinin %51’i iş sahiplerine, %10’u tepedeki senyör yöneticilere ve %38’i ise yüksek ücret alan ücretliler gitti. Hemen hatırlatalım bu yasa 31 Aralık 2024’a kadardı. Yeni Trump döneminde yenisi yapılacak ve muhtemelen yine bu en yüksek gelir grubunda olan kesimlere daha fazla destek sağlanacak.
Şekil.1 Ortalama Hanehalkı Geliri (2021$)
Kaynak: https://www.pgpf.org/article/5-facts-about-rising-income-inequality-in-the-united-states/
Daha ilginç bir tablo ise CEO maaşı ile normal işçi maaşını karşılaştırdığımızda ortaya çıkıyor. 1965 yılında CEO maaşı normal bir işçinin maaşının 20.4 katı iken bugün bu çarpan neredeyse 350. Buna neden olan birçok faktör var. Birçok sonucu da. Şirketlerin çoğunlukla hisse senedi fiyatı gibi niceliksel faktörlere odaklanan “teşvik primleri” bu noktada önemli rol oynadı kuşkusuz. Yöneticiler bazı muhasebe tekniklerini kullanarak ya da harcamalarını kısabildiği kadar kısarak (sendikasız sektörlerde ücretleri baskılamak gibi) yüksek cirolar ve de primler elde ettiler. Bu bir yandan onların gelirlerini arttırırken, alt gelir gruplarının da baskılanmasına neden oldu. Daha da ötesi teşvik hisse senedine bağlanmışsa, hisse senedi fiyatını arttırmak için agresif hisse alımları (buyback) yaptılar.
Şekil.2 CEO-İşçi Maaşı Oranı
Kaynak: Statista
Paralayan bir ekonomi mi? Sosyal bir kriz mi?
Özetleyecek olursam, ABD ekonomisi makroekonomik verilerde kendi akran ülkeleri arasında parlayan bir ekonomi olsa da dönüp arka plana baktığımızda aslında birçok sosyo-ekonomik sorunla karşı karşıya. Devlet sağlık ve eğitim gibi alanları özel sektöre bırakmış. Bu alanlarda birçok sorun var. Sağlıktaki sorunlar kriminal bir duruma dönüştü. Orta sınıfta ise bir umutsuzluk hali hâkim.
ABD’de en düşük %20’lik kesimde yetişen bir çocuğun en üst %20’lik kesime çıkma ihtimali %8. Bu oran Danimarka’da %15. Yani sosyal mobilite oldukça düşük, Amerikan halkı da bu konuda umudunu kaybetmiş durumda. Chinoy vd. (2024)’nin Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir çalışma bu noktada önemli bir vurgu yapıyor: Eğer yukarı doğru sosyal mobilite düşükse, sistemi değiştirmek isteyen partilere daha fazla kayış oluyor. Yani aslında tam da ABD’nin yaşadığı durum. Küreselleşmedeki yanlışların, gelir dağılımı adaletsizliğindeki artışın ortaya çıkardığı ezilmiş bir orta sınıf var. Daha da önemlisi bu orta sınıfın yüksek gelir gruplarına geçme gibi bir umudu yok. Bu orta sınıf yerleşik kurumlara saldıran birini bir kahramana dönüştürebiliyor ve yine aynı orta sınıf, kızgın olduğu “establishment”ı yıkmak üzere Trump dedi.
Peki Trump bu kesimlerin yaralarına çare olabilecek mi? Sanmıyorum. Orta sınıfa birtakım vaatleri olsa da ilk döneminde pek bir faydasını görmedik. Üstelik tarifelerin, vergi indirimlerinin alt gelir gruplarına negatif etkisi olacağı öngörülüyor. ABD orta sınıfı kendi Frankestein’ını mı yarattı, göreceğiz.
İyi seneler
Doç. Dr. Derya HEKİM
Akademisyen / Doçent Doktor @ Uludağ Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü / Uluslararası İktisat
Co Founder @ Opinyu