İçerikte Neler Var?
Liberal Dünya Düzeninin Sonu Mu?
Bundan birkaç yıl önce Almanya’nın eğitim ya da altyapı yerine savunma harcamalarını 100 milyar Euro arttıracağını, İsviçre’nin bazı mudilerin (Rus Oligarklar) paralarını donduracağını hatta bazı şirketlerin milyarlarca dolar zarar yazmalarını göze alarak Rusya’daki faaliyetlerini durdurduğunu duysak belki de inanmazdık. Bugün bunlar bizim için günlük haberler.
Dünya hızlı bir değişim içerisinde. Ama bu değişim bugün başlamadı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali bazı şeyleri görünür kıldı ve hızlandırdı. Uzun süredir liberal dünya düzeni bir saldırı altında. Dani Rodrik, Rusya-Ukrayna savaşı ile soğuk savaş sonrası liberal dünya düzeninin cenaze töreninin yapıldığının altını çiziyor. Sizce de haklı değil mi?
Liberal, daha doğru ifade ile neo-liberal dünya düzeni uzun süredir hasta yatağındaydı. Freedom House’a göre, otoriter rejimler bugün değil geçtiğimiz 16 yıldan beri güç kazanıyor. Ama durum giderek daha belirgin hale geliyor. Varieties of Democracy ise son raporunda sadece 34 ülkede liberal demokrasi olduğunu tespit etmiş. Yani dünya nüfusunun sadece %13’ü liberal demokrasi rejimi altında yaşıyor. Üstelik ABD ve Avrupa’da da kutuplaşma, milliyetçilik gibi kavramlar gün geçtikçe daha fazla popülerlik kazanıyor.
Şekil 1: Demokratikleşen ve Otoriterleşen Ülke Sayıları
Hoşgörünün ve özgürlüğün temsilcilerinden Gandhi’nin ülkesi Hindistan, Modi’nin elinde artık “seçimli otokrasi” olarak sınıflandırılıyor. Ama şunu unutmayalım; Putin, Modi gibi siyasetçiler seçimle iş başına geldiler. Üstelik tek seferlik de değil. Yani toplumlarda hızla liberal düşünceden uzaklaşılıyor. Peki neden?
Liberal ve Neo-liberal Düzen
Liberalizme göre insanlar, din gibi birçok konuda anlaşamasalar da birbirlerini tolere edebilirler. Bunun için yurttaşların eşit haklara sahip olması, anayasal hükümetler, ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar oldukça önemli. Liberal düşüncenin iki önemli ayağı var: Ekonomik ve siyasi özgürlük. Dolayısıyla özel mülkiyet, serbest piyasalar liberalizmin ayrılmaz parçaları. John Stuart Mill’e göre insanlar yaşamlarında deneyler yapmada özgürdür. Yaşamanın bir tek doğru yolu yoktur. Bu nedenle liberal felsefe özgürlüğü ve çeşitliliği savunur.
Liberalizmin temelleri 17. yy’da, yüzyıllarını protestan reformistlerle savaşmakla geçirmiş, iki dünya savaşını başlatmış olan yaşlı kıtada atıldı. Ama liberalizmin yayılması “Yeni Dünya”, yani ABD’nin öncülüğünde gerçekleştirildi. Roosevelt ve Truman için dünyanın geri kalanı liberal felsefeye geçmeden ABD için tam bir özgürlükten bahsetmek mümkün değildi. ABD öncülüğünde, bugün hala içinde yaşadığımız kurala ve tabii uluslararası kurumlara dayalı dünya düzeni yaratıldı.
1980 sonrası ise neo-liberalizm olarak tanımladığımız, serbest piyasaların özgürlüklerden de öne çıkarıldığı bir dünya düzenine doğru geçiş yaptık. Özgür olsun ya da olmasın ülkelerin piyasalarını açmaları ve serbest ticaret yapmaları yeterliydi. Sonuçta ticaret ülkeleri birbirlerine bağladıkça ülkeler arasında anlaşmazlıklar daha kolay çözülebilirdi.
Diğer yandan; Milton Friedman öncülüğündeki Chicago Okulu, devlete eleştiriler getiriyor ve devlet müdahalesinin en aza indirilmesini savunuyordu. Atlantik’in iki yakasındaki Reagan ve Tatcher tarafından benimsenen bu önermeler “arz yanlı iktisat” adı altında toplanmıştı. Devlet kurumları hızla özelleştiriliyor, vergiler düşürülüyor, piyasalarda regülasyonlar azaltılıyordu. Bu yeni nesil, devletin tamamen çekilmesine dayanan politikalar; IMF, Dünya Bankası ve DTÖ (GATT) tarafından gelişmekte olan ülkelere de dayatılıyordu.
1989’da Berlin Duvarının yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması komünizm karşısında kazanılmış önemli bir zaferdi. Francis Fukuyama bu dönemde meşhur “Tarihin Sonu” adlı makalesinde doğu ile batının arasındaki savaşın bittiğini ve liberal demokrasinin zaferini ilan ediyordu.
İşler Tersine Dönüyor…
Ama bu hikâyede Fukuyama’nın liberal demokrasi zaferi ve Kant’ın o “ebedi barış” vizyonu maalesef gerçekleşemedi. Bugün Avrupa’da olmaz dediğimiz bir şey oluyor. Eski dünya düzeninden kalma savaş görüntüleri görüyoruz. Şehirler bombalanıyor, birçok insan savaştan diğer Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda kalıyor…
Aslında neo-liberal politikaların atladığı önemli bir şey vardı. Devletin gücünün zayıflaması ve serbest ticaret maalesef her şeyi başaramıyordu. Piyasanın da başaramadığı şeyler var…
Neo liberal politikalar büyümeyi sağlıyor, ekonomiler büyüyor ve serbest ticaret sayesinde daha fazla çeşit mal bulunabiliyordu. Ama o malları alabilecek insan sayısı özellikle gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe azalıyordu.
İklim değişikliği en çok az gelişmiş ülkeleri vuruyor, her yıl yaşanan felaketler artıyordu. Üstelik iklim değişikliğinde suçun sadece küçük bir kısmı bu ülkelere aitti.
Serbest ticarete uyum birçok işçinin işsiz kalmasına neden oluyor, ama devletlerin yetersiz olması nedeniyle bu insanlara gerekli yardım yapılamıyordu. Diğer taraftan bu ülkelerde artan işsizlik serbest ticarete karşı kesimlerin güç kazanmasına neden oluyordu.
Özetle neo-liberal politikalar kendi düşmanını yarattı. Şimdi de bu düşmanlık otokratik liderler tarafından bir yere kanalize edilerek kullanılıyor. Yani aslında Trump’ın gelir dağılımında eşitsizliğin en çok olduğu, serbest ticaretten zarar gören kesimlerden oy almasını da bununla açıklayabiliriz. Yine benzer şekilde neoliberal politikaların hatalı bir şekilde kullanılmasıyla oluşan Rus oligarklarına dayanan Putin’in seçilmesini de…
Neo liberal politikalar daha doğru uygulansaydı, bugün Kant’ın ebedi barış vizyonunda yaşar mıydık? Bunu hiçbir zaman bilemeyiz. Ama bu sistemin hatalarının bugünkü otoriter rejimlerinin destek bulmasında rolünün olduğunu anlamak zor değil…
İyi pazarlar.
Doç. Dr. Derya HEKİM 27/03/2022
Akademisyen / Doçent Doktor @ Uludağ Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü / Uluslararası İktisat
Co Founder @ Opinyu